SON PEYGAMBER HZ. MUHAMMED (S.A.S)

SON PEYGAMBER HZ. MUHAMMED (S.A.S)

TEBÜK SEFERİ

Hicretin 9. yılında, Hristiyan Araplar, Rum hükümdarı Heraklius’a,
- Peygamberlik iddiasında bulunan adam öldü. Müslümanlar da kıtlık ve yokluk yılları geçiriyorlar. Eğer onları senin dinine katmak istiyorsan, şimdi tam sırası.
diye mektup yazdılar. Bunun üzerine 40.000 kişilik bir ordu Bizans tarafından silahlandırılarak yola çıktı. Ordunun yola çıktığı haberi Hz.Peygambere (s.a.s) de ulaşmıştı.

Hz.Ömer (r.a), durumu şöyle anlatıyor:
Müslümanların gözünde Rumlardan daha korkunç düşman yoktu. Çünkü onların sayıları, savaş atları ve askeri hazırlıkları hakkında bilgileri, gelip giden tüccarlardan öğrenmiş bulunuyorduk. Resulullah (s.a.s), Rumlarla savaşmak üzere hazırlanılmasını emretti. Daha önceleri, bir gazaya çıkarken maksadını açıklamaz, başka bir yere gitmek istediği de sandıracak bir dil kullanırdı. Tebük seferinde ise böyle yapmadı. Halkın tam olarak hazırlanabilmesi için, gidilecek yerin uzaklığını, kıtlık ve zorluk zamanı olduğunu, düşmanın çokluğunu açıkça bildirdi. Savaşa hazırlanmaları için Mekke’ye ve diğer Müslüman kabilelere de haber gönderildi.

Savaş hazırlıkları başladığı sırada kıtlık hüküm sürüyordu. Sıcakların en şiddetli olduğu, hurmaların olgunlaşmaya başlayacağı zamanlardı. İnsanlar meyve ağaçlarının gölgesinde oturacağına, sıcak ve zorluklara katlanarak sefere çıkmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden seferberlik davetine karşı ağır davranılıyordu. Bunun üzerine şu ayetler indirildi:

Ey îman edenler! Size ne oldu da: "Allah yolunda hep birden savaşa çıkın" denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhiretten (vazgeçip, yalnız) dünya hayatına mı râzı oldunuz? Ama dünya hayatının faydası (ve refahı) âhiretin yanında pek azdır. 
9/38
Eğer hep birden (emredilen savaşa) çıkmazsanız, (Allah) size acıklı bir azapla azâbeder ve yerinize başka (itaat eden) bir topluluk getirir. O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah her şeye kâdirdir.2
9/39
Hicretin dokuzuncu yılı idi. Bizans İmparatorluğu, müslümanları imhâ etmek için yaklaşık 40 bin kişilik bir ordu toplayıp Şam tarafından yola çıkmıştı. Bunu haber alan Rasûlullah (s.a.v.) de derhal onlara karşı savaşılacağını açıktan ilan etti ve ordu toplamaya başladı. Fakat münâfıklar gitmemek için, "Yol uzun, mevsim sıcak, mahsullerimiz ortada" diye müslümanları caydırmaya çalışıyorlar, hatta "Onlarla savaşmak bir çılgınlık" diyorlardı. Çünkü münâfıklar îmanlarına göre değil menfaatleri doğrultusunda hareket ederler. Hatta bazı yeni müslümanlar da bunlara kanarak gitmek istemiyorlardı. Fakat Rasûlullah (s.a.v.), ashâbın gayret ve yardımıyla yaklaşık 30 bin kişilik bir ordu toplayıp yola çıktı ve Tebük'e kadar gittiler, on gün orada kaldılar, fakat karşı taraf gelmeyince iki ordu karşı karşıya gelmedi. Fakat Eyle, Ezru gibi bazı Bizans kasabaları, kendiliklerinden İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler. Böylece hükmen de olsa, bir gâlibiyet elde edildi. Bu iki âyet, müslüman ve münâfıkların davranışları hakkında inmiştir. Bu türlü davranışlar, her devirde görülmüştür (Bûtî, s. 416-418; Gazzalî, s. 435-442).

Eğer siz, o (Allah Rasûlü')ne yardım etmezseniz (mühim değil), muhakkak ki Allah, ona yardım etmiştir: Hani vaktiyle kâfirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke'den) çıkardıkları (hicretine sebep oldukları) zaman, (Ebû Bekir'le) ikisi (Sevr dağında) mağarada iken, arkadaşına. "Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir" diyordu. (İşte o zaman) Allah, o(na yardım etti ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güveni indirdi. O'nu, görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (dâvâsını) en aşağı kıldı. Allah'ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah mutlak gâliptir, eşsiz hüküm ve hikmet sâhibidir.
9/40
(Bu âyet-i kerîmedeki genel çağrıdan, 91'inci âyetle ciddî hasta, güçsüz ve fakirler muaf tutulmuştur.)
(Ey mü'minler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak (kolay-zor; silahlı-silahsız; binekli-yaya; genç-yaşlı, hangi halde olursanız olun)1 hep birlikte seferber olun, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, sizin için bu daha hayırlıdır. 
9/41

Hz.Peygamber (s.a.s), Müslümanların savaşa hazırlanması için onları gayretlendiriyor, durumu müsait olanların orduya yiyecek ve binek yardımında bulunmasını istiyordu. Bunun üzerine hali vakti yerinde olan Müslümanlar, karşılığını Allah’tan bekleyerek mallarından getirmeye başladılar. Bu hususta tatlı bir yarış da başlamıştı.

Hz.Ömer (r.a), bunu şöyle anlatıyor:
Ebu Bekir (r.a), beni daha önce geçmişse, ben de onu bugün geçerim” diye içimden geçirerek bağışlayacağım malımı getirip teslim ettim. Hz.Peygamber (s.a.s),
- Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın?
- Sana getirdiğimin yarısını!
Sonra EbuBekir (r.a) de gelip bağışını yaptı. Sanki onu herkesten gizler gibiydi. Resulallah’a (s.a.s) usulca verdi. Getirdiği 4.000 dirhem gümüştü. Hz.Peygamber (s.a.s), ona da sordu:
- Ey Ebubekir! Sen ev halkına ne bıraktın?
- Onlara Allah (c.c) ve Resulünü bıraktım.
Hz.Ömer (r.a) ağlayarak:
- Anam, babam sana feda olsun Ey EbuBekir! Hayır yolunda hiçbir yarış yapmadık ki, sen beni geçmiş olmayasın. Artık anladım ki, hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim!

***
Hz.Osman,(r.a) o günlerde bağışın en büyüğünü yaptı. Hiç kimse onun kadar yardımda bulunmadı. O sırada Şam’a bir ticaret kervanı düzenlemiş bulunuyordu. Hz.Peygamber (s.a.s), mescidte halka hitap edip ordu için yardım isteyince, Hz.Osman ayağa kalkıp,
- Ya Resulullah (s.a.s)! Allah yolunda, sırt çullarıyla birlikte 100 deve vermeyi üzerime alıyorum.
Hz.Peygamber (s.a.s), konuşmasına devam etti. Hz.Osman (r.a) tekrar ayağa kalktı:
- Ya Resulullah (s.a.s)! Ben, Allah yolunda, sırt çullarıyla birlikte 100 deve daha vermeyi üzerime alıyorum.
Hz.Peygamber (s.a.s), konuştuğu yerden indi. Hayretten elini sallıyordu. Daha sonra da elbisesine doldurup getirdiği bin altını Hz.Peygamberin (s.a.s) kucağına döktü. Hz.Peygamber (s.a.s), altınları eliyle evirip çevirirken,
- Ey Allah’ım! Ben Osman’dan razıyım. Sen de razı ol!
diye dua ediyordu.

***
Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. 
Ümmü Sinan El-Eslemi der ki:
- Aişe’nin evinde Resulullah’ın (s.a.s) önüne serilmiş bir örtü gördüm ki, üzerinde fildişinden bilezikler, halhallar, yüzükler, küpeler ile Müslümanların savaşa hazırlanması için kadınların gönderdiği bir takım eşyalar vardı.

***
Bu arada Müslüman olmuş görünen, ama eski inançlarını terk etmemiş olan münafıklar, sefere çıkmayı engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Onlar için de Kur’an ayetleri indi:
Allah'ın Rasûlü(nün emri)ne muhâlefet ederek (Tebük seferine gitmeyip) geri kalan (münâfık)lar, (Medîne'de kalıp) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı çirkin gördüler de: "Sıcakta sefere çıkmayın" dediler. (Onlara) de ki: "Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Keşke iyice bilmiş olsalardı!"
9/81
Artık kazandıkları (günahları)nın cezâsı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar. 
9/82
Tebük, Vadîlkura ile Şam arasında Hıcr ile Şam'ın başlangıcı arasındadır. Tebük ile Medine arası 12-14, Şam'a da 11 merhaledir. (Bir merhale, askerî birliğin yaya olarak bir günde alacağı yoldur.) Tebük seferi 30.000 mevcutla hicretin 9. yılında recep ayında olmuştur. Bu sefer, son derece sıcak ayda yapıldığı için buna 'Güçlük zamanı' denmiştir (9/117).

Sonunda ordu hareket etti. Toplanan Müslümanların sayısı 30.000’i buluyordu. Orduda on bin at, On iki bin deve bulunuyordu. 

Ebu Zer’in Hikayesi

Ebu Zer (r.a) anlatıyor:
Devem yaşlı olduğu için, Tebük Seferinde arkada kaldım. “Onu biraz besledikten sonra Resulullah (s.a.s)’a yetişirim” diye düşünmüştüm. Birkaç gün besledikten sonra yola devam ettim. Fakat yolda iyice benimle inatlaştı. Yerinden hiç kımıldamıyordu. Eşyalarımı sırtıma aldım. Şiddetli sıcaklara rağmen yaya olarak yola devam ettim. Bir gün öğle vakti Resulullah (s.a.s)’a yetişebildim. Susuzluğum son haddine varmıştım. Gözcülerden biri beni görünce,
- Ya Resulallah! (s.a.s) Bir adam yol üstünde tek başına yürüyor!
- Ebu Zer mi? Ebu Zer olmasını isterdim.
- Ya Resulallah! (s.a.s) Vallahi, ta kendisi!
- Allah Ebu Zer’e rahmet etsin! O yalnız başına yürür, yalnız başına ölür, yalnız başına diriltilir!
Resulallah’ın (s.a.s) yanına vardım. Neden geciktiğimi sordu. Devemin durumunu anlattım. Bana, 
- Ey Ebu Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar Allah, senin attığın her adımına karşılık bir günahını bağışlasın!
diye dua buyurdu. 
***
Ebu Zer (r.a) , hayatının sonuna doğru, Hz.Osman’ın (r.a) hilafeti sırasında Medine’den uzakta Rebeze denilen mevkide hayatını sürdürmeye başlamıştı. Yanında Hz.Osman (r.a) tarafından kendisine yardımcı olarak verilen bir zenci köle ile hanımından başka kimse bulunmamaktaydı. Bu vaziyette ibadetle vaktini geçirirken ölüm hali kendisine gelip çattı. Ebu Zer (r.a) yanındakilere, 
- Ölünce beni yıkayıp kefenleyin. Sonra da cenazemi yolun ortasına koyun! Yanınıza uğrayacak ilk yolcu grubuna “Bu Resulallah’ın (s.a.s) arkadaşı Ebu Zer’dir. Onun gömülmesi hususunda bize yardım edin” diyin!
diye vasiyette bulundu. Ebu Zer’in (r.a) hanımı ağlamaya başladı.
- Niye ağlıyorsun?
- Sen ölüp gidersen ne elimde avucumda bir şey var, ne de seni saracağım bir kefen var!
- Hiç ağlama! Ben, bir gün, yanında birkaç kişiyle bulunduğum sırada, Resulullah (s.a.s), “Sizden biri, kır bir yerde vefat edecek. Onun cenazesinde Mümünlerden küçük bir grup bulunacak” buyurmuştu. O toplulukta benimle birlikte bulunanların hepsi, topluluklar içinde ve yerleşim yerlerinde vefat ettiler. Benden başkası sağ kalmadı. Şimdi kır bir yerde ben ölüyorum. Yolu gözle! Söylediklerimin doğru olduğunu göreceksin. Vallahi ben şimdiye kadar ne yalan söyledim, ne de yalanlandım.
- Ben bunu nasıl beklerim? Hac yolcularından da geriye kimse kalmadı.
- Sen yolu gözlemeye bak!
Ebu Zer (r.a) kısa bir süre sonra vefat etti. Köle ve kadın, Ebu Zer’in (r.a) vasiyetini yerine getirip, cenazesini yolun ortasına bıraktılar. O sırada Umre yapmak maksadıyla Mekke’ye doğru giden, içlerinde Abdullah bin Mesud’un (r.a) da bulunduğu Iraklı bir kafile çıka geldi. Yol üzerindeki cenazeyi görünce korktu ve şaşırdılar. Köle yağa kalkıp,
- Bu Resulallah’ın (s.a.s) arkadaşı Ebu Zer’dir (r.a). Kendisinin gömülmesi hususunda bize yardım edin. 
deyince Abdullah bin Mesud (r.a) hüngür hüngür ağlamaya başladı:
- Resulullah (s.a.s), “Sen tek başına yürüyecek, tek başına ölecek ve tek başına diriltileceksin!” buyurmakla ne kadar da doğru söylemiş. 
dedi. Arkadaşlarıyla birlikte hayvanlarından indiler ve Ebu Zer’in (r.a) cenazesini gömdüler. Sonra da Abdullah (r.a) , Hz.Peygamberin (s.a.s), Tebük yolunda Ebu Zer (r.a) hakkında söylediklerini arkadaşlarına anlattı. Kabri Medine’ye üç günlük bir mesafede bulunmaktadır.

Açlık ve Susuzluk
Yolculuk ilerledikçe sular azalmaya başladı. Mücahidler Hicr mevkiinde sabahladıkları zaman, yanlarındaki su kaplarında bir damla bile su kalmamıştı. Susuzluk konusunda Hz.Peygambere (s.a.s) şikayette bulundular.

Hz.Ömer (r.a) o günü şöyle anlatıyor:
Konakladığımız yerde dayanılmaz bir susuzluğa uğradık. Susuzlukta boyunlarımız kopacak sanıyorduk. Adam çıkıp su aramaya gidiyor, susuzluktan dayanamayacak hale gelmeden geri dönmüyordu. Hatta adam devesini boğazlıyor, devenin işkembesindeki tersini sıkıp suyunu içiyordu. Ordunun içinde bulunan fakat inanmadığı halde inanıyormuş gibi görünen münafıklardan bazıları,
- Eğer, Muhammed (s.a.s) gerçekten peygamber olsaydı, Musa (a.s) peygamberin, Allah’tan (c.c) yağmur dileyip yağmur yağdırdığı gibi, O da dua eder ve yağmur yağdırırdı. Diye konuşmaya başlamışlardı. Bu sözler Hz. Peygambere (s.a.s) ulaşınca,
- Demek, onlar böyle söylediler? Rabbinizin sizi yağmurla sulayacağını umarım. Buyurdu. O sırada Hz. Ebubekir (r.a) , 
- Ya Rasulullah! (s.a.s) Hiç şüphesiz Allah (c.c) Senin duanı hayırla karşılar. Bizim için dua etsen?
- Sen bunu yapmamı istiyor musun?
- Evet!
Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) ellerini kaldırdı. Daha ellerini indirmemişti ki, gök kararmaya başladı.

***
Abdullah bin Ebi Hadret (r.a) de şunları söylüyor:
Resulallah’ın (s.a.s) Kıble’ye dönüp dua ettiğini gördüm. Vallahi, gökte hiçbir bulut görmüyordum. Resulullah (s.a.s) daha duasını bitirmemişti ki, her yandan kaynaşan bulutlara bakıyordum. Bulunduğu yerden daha ayrılmadan, gök suyunu üzerimize boşalttı. Boşanan yağmurda Resulallah’ın (s.a.s) Tekbirini hala işitir gibiyim. 
- Şahitlik ederim ki, Ben Allah’ın peygamberiyim!
diye buyurduğunu da duydum. Bir müddet sonra Allah (c.c) , üzerimizdeki bulutları dağıttı. Halk sudan içti ve kandı. Kaplarını da su ile doldurdu.

Sefer sırasında sadece susuzluk çekilmiyordu. Açlık da son haddine varmıştı. Hatta, bir hurmayı iki kişi bölüşür ya da sırayla ağızlarında emerek üzerine su içerlerdi.

Hz.Peygamberin (s.a.s) Devesinin Kaybolması
Ordu bir diğer konak yerinde konaklamışlardı. Sabaha çıktıklarında Hz.Peygamberin (s.a.s) devesi Kasva’nın kaybolduğu anlaşıldı. Bir çok kimse onu aramaya başladı ama bulunamıyordu. Bu sırada yine münafıklardan olan Zeyd bin Lusayt,
- Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size gökten haberler veren, Muhammed değil mi? Halbu ki, daha devesinin nerede olduğunu bilmiyor! diyerek söylendi. Bu sırada Umare, Hz. Peygamber’in (s.a.s) yanındayken, Hz. Peygamber (s.a.s),
- Adamın biri, “Muhammed kendisinin peygamber olduğunu, size gökten gelen haberleri verdiğini söylüyor. Hâlbuki devesi nerede bilmiyor!” diyor. Vallahi, gerçekten de ben bir şeyi, Allah bana bildirmedikçe bilemem. Fakat Allah (c.c) şimdi onun yerini bana gösterdi. Diyerek devenin yerini tarif etti ve kendisine getirilmesini istedi. Hemen gittiler ve deveyi tarif edilen yerde bularak getirdiler. Ardından Umare, konvoya döndü.
- Vallahi, az önce, Rasulullah (s.a.s) bize şaşılacak bir şey söyledi. Allah, bir adamın söylediği sözü peygamberine haber vermiş. Adam şöyle söylemiş. Diyerek biraz önce Hz. Peygamber’in (s.a.s) söylediği sözleri tekrarlayınca, konvoydan birisi çıkıp,
- Vallahi, bu sözü, sen gelmeden önce, Zeyd söyledi. Deyince, Umare Zeyd’in üzerine yürüyüp ona vurmaya başladı. Bir yandan da,
- Meğer Allah’ın belası benim konvoyumdaymış da bilmiyormuşum! Hemen çık, git, ey Allah’ın düşmanı! Diye bağırıyordu.

Zeyd bin Lusayt der ki:
- O güne kadar, gerçekten Müslüman olamam sanıyordum. Muhammed hakkında pek kuşkucuydum. Sabaha çıktığım zaman ise gerçekleri görecek bir göze sahip bulunuyordum. Kendisinin Allah’ın peygamberi olduğunu şahitlik ettim.

***
Sonunda ordu Tebük’e ulaştı. Fakat Rumlar ve Hıristiyanlaşmış Araplardan oluşan ordular korkudan dağılmış bulunuyordu. Onlarla savaşmak mümkün olmadı. Hz. Peygamber (s.a.s), Müslümanları topladı ve Şam üzerine yürüyüp yürümemek konusundaki düşüncelerini sordu.

Hz. Ömer (r.a.):
- Eğer gitmekle emrolundunsa git!
- Eğer bu hususta, Allah tarafından bir emir almış olsaydım, size danışmazdım.
- Ya Rasulullah! (s.a.s) Rumlar, sayıları pek çok olan bir topluluktur. Oralarda Müslümanlardan tek bir kimse bile yok. Görüyorsun ki, Sen onların yakınlarına kadar gelmiş bulunuyorsun. Senin bu kadar yaklaşman onları yeterince korkutmuş. Uygun görürsen bu yıl, buradan geri dön! 
Hz. Ömer’in (r.a.) önerisi kabul edildi. Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük’ten ileriye gitmedi.

Rum Hükümdarının İslam’a Davet Edilmesi
Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük’te bulunduğu sırada Rum hükümdarı Kayser’e bir mektup yazdı ve mektubu Dıhyetülkelbi ile gönderdi.

Mektup şöyleydi:
Allah’ın (c.c) Peygamberi Muhammed’den Rumların sahibine!
Seni İslam’a davet ediyorum.
Müslüman olursan, Müslümanların sahip olduğu haklara sen de sahip olacaksın. Yükümlülüklerini sen de yerine getireceksin. İslam’a girmeyeceksen vergi vereceksin... Kendin Müslüman olmazsan, halkın ile İslam arasına girme. Onlar ya Müslüman olurlar, ya da vergi verirler.

Daha sonra Rum hükümdarı tarafından Hz. Peygambere (s.a.s) elçi olarak gönderilecek olan Tenuhi şöyle anlatıyor:
Kayser Hz. Peygamber’in (s.a.s) mektubunu okudu, tahtının üzerine bıraktı. Sonra din adamlarının ve devlet adamlarının önde gelenlerini çağırdı. Onlara,
- Şu peygamber olduğunu söyleyen zat size bir elçi gönderdi. Sizi şu üç şeyi seçmekte serbest bırakıyor:
- Ya Onun dinine tabi olacaksınız, ya vergi vereceksiniz ya da Onunla savaşmak üzere karşılaşacaksınız.
- Biz ne dinimizi bırakıp Onun dinine gireriz, ne de Ona vergi veririz. Gerekirse Onunla savaşırız!

Kayser, savaştan kaçınmak için onlara, vergi vermeyi kabul etmelerini ya da topraklarından bir kısmını Müslümanlara bırakmalarını teklif ettiyse de buna şiddetle karşı çıktılar. Kayser din ve devlet adamlarının kendisine karşı koyduklarını görünce,

- Ben bunları sizin dininize bağlılığınızın denemek için teklif etmiştim. Diyerek, işi tatlıya bağlama yolunu seçti. Sonra Hıristiyan Arapların işlerine bakan adamlarından birisini çağırarak, 
- Dili Arapça olan, söylenenleri de iyi ezberleyen bir adam çağır bana! Onu mektubun cevabıyla birlikte göndereceğim. Dedi. Beni, Kayser’in yanına götürdüler. Bana bir yazı verdi.
- Yazımı Ona götür! Söylediklerimin hiç birini de unutma! Benim için şu üç şeyi de ezberinde tut!
o Bak bakalım, bana yazmış olduğu yazı hakkında bir şey söyleyecek mi?
o Gönderdiğim yazımı okuyunca “Gece ve Gündüz” sözünü anacak mı?
o Sırtında seni şüphelendirecek bir şey görecek misin?

Yazıyı alıp Tebük’e gittim. Rasulullah’ı (s.a.s) su başında, ashabının yanında oturuyor buldum. Yanına kadar varıp önüne oturdum. Yazıyı kendisine sundum. Alıp yanına koydu.
- Sen kimlerdensin?
- Ben Tenuhlardan bir kimseyim.
- Sen İslam’a, baban İbrahim’in dinine girsen olmaz mı?
- Ben bir kavmin yanından gelen elçiyim ve onların dinindeyim. Onların yanına dönünceye kadar da onu değiştirmem uygun olmaz.
Güldü ve 
(Rasûlüm!) Şüphesiz sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, fakat Allah dilediğini (iyi niyet ve amellerine göre) doğru yola eriştirir. O, doğru yola erişecek olanları daha iyi bilir. [krş. 2/172; 12/103]
28/56
(Rasûlullah s.a.v., kendisini her yönüyle himâye eden amcası Ebû Tâlib'in ölmeden iman edip müslüman olmasını çok istemişti. Fakat o, çevre ve mevkisinin verdiği gururu yenemeyerek, "Çevre ve kadınlar beni ayıplar" diyerek Allah'a ve Râsulü'nün tebliğine teslimiyet göstermeden/müslüman olamadan ölmüştü.)

Ayetini okudu. 
Sonra, 
- Ey Tenuhi kardeş! Ben İran hükümdarına bir yazı yazmıştım. O da onu yırttı. Vallahi, onun saltanatı da öyle parçalanacaktır! Senin hükümdarına da bir sayfa yazmıştım. O onu tuttu, yırtıp atmadı. Kendisi yaşadığı sürece, Rum halkı sıkıntı çekmeyecek, hayır görmeye devam edecek. Buyurdu. Kendi kendime, “işte hükümdarın duymak istediği üç şeyden birisi” dedim. Ok çantamdan bir ok alıp, kılıcımın kınının üzerine işaretledim. Sonra, getirdiğim yazıyı solunda oturan bir adama verdi. Adam okumaya başladı. Hükümdarın yazısında, “Beni genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet ediyorsun. O halde Cehennem nerdedir?” bölümüne gelince, Rasulullah (s.a.s):
- Subhanallah! Gündüz gelince gece nerededir? Buyurdu. Ben yine ok çantamdan bir ok çıkarıp, kılıcımın kınına bunu da işaretledim. Getirmiş olduğum yazının okunması bitince, Rasulullah (s.a.s),
- Sen bir elçisin. Elçinin bir hakkı vardır. Eğer yanımızda hediye edilecek bir şey bulunsaydı, onu sana hediye ederdik. Ne yazık ki, sefer halindeyiz...
Toplanmış bulunanların arasından birisi,
- Ben ona hediyesini vereyim! Diyerek seslendi. Yükünü açtı ve sarı bir elbise getirip yanıma koydu. Bağış sahibinin kim olduğunu sordum, “Osman” olduğunu söylediler. Rasulullah (s.a.s):
- Bu zatı kim konuk edip ağırlar? Diye sordu. Medineli gençlerden birisi “Ben” diyerek ayağa kalktı. Ben de ayağa kalktım. Kendisiyle birlikte topluluktan ayrılacağım sırada, Rasulullah (s.a.s):
- Ey Tenuhlu kardeş! Gel! Diye seslendi. Geri döndüm, önünde ayakta durdum. Belindeki kuşağı çözüp sırtını açtı:
- İşte emr olunduğun şey orada! İyice bak! Buyurdu. Hâlbuki ben onu unutmuştum. Elbisesini sırtından indirdi. Bir de ne göreyim; iki kürek kemiği arasında bir mühür...

Bereket
Irbaz bin Sariye (r.a) anlatıyor:
Seferde Rasulullah’ın (s.a.s) kapısında beklerdik. Tebük’te bir gece bir işi için ayrıldık. Sonra konak yerine döndük. Yanındaki misafirleriyle akşam yemeğini yemişti. Yanına vardım. 
- Geceye kadar nerelerdeydin?
Diye sordu. Nerede olduğumuzu haber verdim. O sırada diğer arkadaşlarımda çıka geldiler, üç kişi olduk. Hepimiz de açtık. Rasulullah (s.a.s), bize yedirecek bir şey aramak için içeri girdi fakat bulamadı. Bilâl’e (r.a) seslendi:
- Ey Bilal! Şu kişilere vermek için akşam yemeğinden artan bir şey var mı?
- Seni hak dinle gönderen Allah’a (c.c) yemin ederim ki yok! Hurma dağarcıklarımız ve yağ tulumlarımızı silkip boşalttık.
- Sen bir daha bak! Belki bir şeyler bulabilirsin!
Bilal dağarcığı alıp silkeledi. Silktikçe birer ikişer hurma düştü. Rasulullah’ın (s.a.s) önünde yedi kadar hurma toplandığını gördüm. Sonra küçük bir çanak getirtti. Hurmaları onun içine koydu. Elini hurmaların üzerine sürerek besmele çekti. Besmeleyle yememizi istedi. Yemeğe başladık. Ben 54 hurma yediğimi saydım. İki arkadaşım da benim yediğim kadar yemişlerdi. Ellerimizi çektiğimiz zaman ne görelim: yedi hurma yine olduğu gibi duruyor! Rasulullah (s.a.s),
- Ey Bilal! Dağarcığına bunları kaldır! Çünkü ondan yiyen, muhakkak susayıncaya kadar doyar.
Buyurdu. Gece teeccüd namazı kılmaya başladı. Tan yeri ağarınca da Bilal (r.a) sabah ezanını okudu. Rasulullah (s.a.s), sabah namazını kıldırdıktan sonra dönüp çadırına geldi ve oturdu. Biz de çevresinde oturduk. Mü’min suresinden bize bir miktar okuduktan sonra,
- Sizin yiyeceğiniz var mı?
Diye sordu. İçimden, “Ya Resulullah (s.a.s), Sen hangi yiyecekten söz ediyorsun?” diye geçirdim. Bilal’e (r.a) o küçük çanaktaki hurmaları getirtti. Elini çanağın üzerine koyduktan sonra, 
- Besmeleyle yiyin!
Buyurdu. Onu hak dinle peygamber olarak gönderen Allah’a (c.c) yemin ederim ki, on kişi olduğumuz halde, doyuncaya kadar yedik. Ellerimizi çektiğimiz zaman, hurmalar yine yerinde duruyordu. Rasulullah (s.a.s),
- Eğer Rabbimden utanmasaydım, bu hurmadan, Medine’ye dönünceye kadar, son askerimize kadar yerdik!
Buyurdu. O sırada Tebük halkından bir çocuk çıka geldi. Rasulullah (s.a.s), hurmaları eline alıp çocuğa verdi. Çocuk da onları çiğneye çiğneye geri döndü.

Geriye Dönüş
Müslümanlar, Tebük’te 20 gece kadar kaldılar. Sonra, orduya dönüş emri verildi. Ordu Tebük’ten ayrılmak üzere hazırlandığı sırada yiyecekler tamamen tükenmiş, mücahidler sıkıntıya düşmüş bulunuyorlardı. Bazıları Hz. Peygamber’in (s.a.s) yanına geldiler. Develerin bir kısmını kesip etlerinden yararlanmak için izin istediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de izin verdi.

Develerin kesileceğini haber alan Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.s) yanına girdi:
- Ya Rasulullah! (s.a.s) Halkın bindikleri develerini kesmelerine izin mi verdin?
- Uğradıkları açlıktan şikâyetçi oldular. Ben de develerine nöbetleşe binmek için anlaşanlara geri kalan develerini kesmelerine izin verdim.
- Ya Rasulullah! (s.a.s) Mücahidler böyle yaparlarsa, binilecek hayvan azalır. Mücahidlerin develeri ne kadar çok olursa o kadar iyi olur. Sen onların yiyeceklerinden arta kalanlarını getirt. Üzerlerine bereket duası yap. Allah her halde duanı kabul eder de yiyeceklere bereket verir.
- Olur!

Herkesin, yanında kalan yiyeceğini getirmesi için duyuruda bulunuldu. Hz. Peygamber (s.a.s), deri bir yaygı serdirdi. Herkes yanındakileri getirmeye başladı. Kimisi bir avuç hurma, kimisi bir avuç un, kimisi bir avuç darı, kimisi de ufak tefek kırıntılar getiriyordu. Toplanan şeyler azıcık bir şeydi. Rasulullah (s.a.s) kalkıp abdest aldı. İki rekât namaz kıldıktan sonra Allah’a dua etti ve döndü.
- Kaplarınıza alın!
Buyurdu. Herkes kaplarını getirip doldurmaya başladı. Orduda yiyecek konulmayan kap kalmadı. Bazıları,
- Ben bir ekmek kırıntısı ve bir avuç hurma getirmiştim. İki dağarcık götürdüm. Elbiseme de un aldım. Medine’ye gelinceye kadar bize yetti.
Diyordu. Son askere kadar herkes yiyeceğini aldı. Yaygının üzerinden en son alınan, yaygının üzerine ilk konan kadardı. Hz. Peygamber (s.a.s) ayakta dikilerek,
- Ben Allah’tan başka tanrı bulunmadığına, kendimin de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuma şahitlik ederim! Yine şahitlik ederim ki, bir kimse, şüphelenmeksizin, Allah’a bu iki şahitlik ile kavuşursa, Cennete girmekten men olunmaz.
Buyurdu.
***
Ebu Katade (r.a) anlatıyor:
Biz geceleyin Rasulullah (s.a.s) ile birlikte yol alıyorduk. Rasulullah (s.a.s), devesinin üzerinde, ben de yanında bulunuyordum. Rasulullah (s.a.s) yorgunluktan uyuklayıp bir tarafa doğru eğildi. Hemen yanına yaklaştım. Kendisine destek olunca uyandı:
- Kim bu?
- Ebu Katade’yim, ya Rasulullah! (s.a.s) Düşeceğinden korkup sana dayandım.
- Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun!
Biraz gittikten sonra aynı durum tekrarlandı. Yine kendisine destek verdim, uyandı. 
- Ey Katade! Yolcunun gece sonunda konaklayıp dinleneceği bir yer yok mu?
- Konaklamak istiyor musun, ya Rasulullah! (s.a.s)
- Bak arkanda kim var?
Bakınca üç kişi gördüm. Rasulullah (s.a.s), onları da çağırmamı istedi. Onlar da davete uydular. Rasulullah (s.a.s) ile birlikte beş kişiydik. Hayvanlarımızdan inip konakladık. Yanımda, içinde su bulunan bir ibrikle, içinden su içtiğim küçük bir tulum bulunuyordu. Orada uyuya kalmışız. Güneşin sıcaklığı uyandırmadıkça uyanamadık. Uyanınca, 
- İnna lillahi ve inna ileyhi raciun! (Allah’tan geldik ve yine Ona döneceğiz) Sabah namazımızı geçirdik!
Dedik. Rasulullah (s.a.s), ibrikteki suyla abdest aldı, fazlası kaldı. Bana,
- Ey Ebu Katade! İbrik ve tulumdaki suyu sakla! Bize lazım olacak.
Buyurdu. Sonra da Maide suresini okuyarak bize sabah namazını kıldırdı. Namazdan dönünce, 
- Onlar Ebubekir ile Ömer’i dinlemiş olsalardı, akıllıca davranmış olurlardı. 
buyurdu. Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz. Ömer, (r.a) ordunun su başında konaklamasını istemişler, çoğunluk ise bu konuda onların tekliflerini kabule yanaşmamış, çöl bir yerde konaklamışlar.

Rasulullah (s.a.s), hayvanına bindi. Öğle vaktinde orduya yetişip katıldı. Mücahidlerin susuzluktan boyunları kopacak durumdaydı. Rasulullah (s.a.s), ibriği getirtti. Su tulumundaki suyu ona boşalttı. İbrikten parmaklarına su dökünce, parmaklarının arasından su akmaya başladı. Mücahidler gelip su aldılar. Su gittikçe coştu ve herkes suya kandı. Atlarını ve develerini de suladılar. Orduda on iki bin ya da on beş bin deve, on bin at vardı. Askerlerin sayısı ise otuz bindi.

Hz. Peygamber’in (s.a.s), yola çıkarken Ebu Katade’ye “ibrikle, küçük su tulumunu korumasını” istemesinin sebebi de anlaşılmış oluyordu.

Ordu, Ramazan ayında Medine’ye geri döndü.

<<<Öceki Sayfa            Sonraki Sayfa>>>

Kaynaklar : Peygamberler Tarihi – M.Asım Köksal
Hz.Muhammed’in Hayatı – Martin Lings
Feyzü’l Furkan – Hasan Tahsin Feyizli